25 Kasım 2009 Çarşamba

zılgıt

öncelikle siz değerli okurlarıma bugün öğreteceğim önemli olayı açıklamak istiyorum; zılgıt.

zılgıt, anadolumuzun sevinç çığlığıdır. nerde bir türkü bara gittiniz, oracıkda halay çeken, özünü unutmamış, uzun saçlı esmer üniversite öğrencisi kızımız, bir diğer yanda düğünlerin vazgeçilmezi, düğün çorbasının baş mimari ve de "kınayı getir aney" adlı türküyü kına gecelerinde bize o yanık sesinden icra eden teyzeleri, bunun için vardır. zılgıt'ı yaşatmak ve özümüzü unutmamak için! zılgıt'ın tarihi çok eskilere dayanır. yörük çadırında yaşayan bir ana'nın, yavrusuna kavuşma öyküsüdür. yavrusunu kaçıran atlıları yıllarca arayıp bulamayan teyzemiz, acısından dermanını, kocasının ayaklarını yıkamakta bulmuştur (ayak yıkamanın da tarihi buraya dayanır). yıllar geçtikçe o yıkanan ayaklar çürür ve teyzemizin kocası yörük ali (evet, bu da bildiğimiz efelerin efesidir.) vefat eder. hem beyinden, hem kınalı kuzusundan ayrı düşen anadolu kadınım, bu sefer de kendini tarlaya, samana, tırpana vermiştir (böylelikle yerleşik hayat oluşmuştur.) derken günlerden bir gün güneşin kına rengini aldığı vakit kuzusu gelmiştir bu teyzenin (kınalı kuzunun tarihi de buraya dayanmaktadır). yavrusunu görür görez, sevincinden ne yapacağını şaşırmış olan yörük ayşe bağrını delercesine yumruklayarak "vilililililililililililililiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiii" diye bağırmıştır. işte zılgıt'ın bu götümden uydurduğum hikayesi, bir gün vikipedilere düşecek ve ben bunu ilk turist'ten duydum diyeceksiniz.

şimdi gelelim zılgıt'ın müzikal boyutlarına. dışarıda duyduğunuz çoğu zılgıt doğru değildir. bir çok insan bunu dalga geçercesine ve anormal sesler çıkartarak yapar, örneğin;
-vülülülülülülülülüüü
-alililiiilililililililiiliiiiiiii
-ahey ahey (bu kesinlikle yanlıştır!)
-bilibilibilibililiiiiiii
bunların hepsi yanlıştır. doğrusu;

-vilililiililililililiiiiiiiiiiiiiiiiii'dir.

müzikal olarak inceleyecek olursak, "vi"'den sonraki "li" hecesinden itibaren crescedo yapılarak ( crescendo: volümü arttırarak demektir.) en sonraki "i" ye gelene kadar devam ettirip, sondaki "i" de ani bir düşüş yapmayı gerektirir.

şimdi hep beraber yapıyoruz, diyaframınıza geniş bir nefes alıp 1 saniye tutun, ve şimdi;

-vilililililililililiiiiiiiiiiiiiiiiiiiii..

sevgiler.

21 Kasım 2009 Cumartesi

laf ettim


şu poponun arasına sıkışan külot var ya, işte böyle en kalabalık mekanlarda, şık giyinmişsin, milletin gözü üstündeyken, öyle bir rahatsızlık verir ki, düzeltemezsin de, hatta geçici olarak hayattan nefret etme sebebi ilan edebilirim. sen de ne diye o lastiği gevşek külotu giyersin ki böyle önemli günde.. hayır tanga ayrıdır, onu giydiğin zaman böyle hissetmezsin, çünkü baştan kabul etmişsindir araya girme olayını, bir süre sonra unutursunda. ama gelgelelim (bu da ne komik kelimeymiş) lastiği gevşek külot, yapmasın bana bunu, etmesin, eylemesin, gitsin, çook uzaklara gitsin, çekmecemde durmasın, defol, defol pislik! iyice çirkinleştim senin yüzünden..

muhabirlik güzel meslek derim hep. yine diyorum. muhabir sen ne güzel şeysin. kendi kendime yaptığım bu saçma geyiği bırakıp konuya giriyorum şimdide. muhabirliğin çok eğlenceli olduğunu düşünüyorum, bol bol gezen, haber peşinde koşan, bazen saçma bazen güzel haberleri bize ileten elçiler. "ne güzel yahu, gez gez" diyordum, sonra düşündüm bu işin aynı zamanda ne kadar zor olduğunu. diyelim magazincisin bir sürü salak saçma tipi takip ediyorsun ne yapmış ne etmiş diye, neden takip ediyor, çünkü bunu merak edenlerimiz var, peki o merak ediyor mu, bence etmiyor, ekmek parası.. sonra savaş muhabiri var ki, hayretle bakıyorum kendilerine. öyle tehlikeli bölgelerde yine bizim gibi insanlara gerçekleri göstermek için uğraşıyorlar.. bir de gezi programları yapan muhabirler var, işte bunlar en çok kıskadıklarım, hatta programı yaparken adamların yüzü öyle bir gülüyorki " zevkten dört köşeyim abi, ohh yedim, içtim, geziyorum, eğleniyorum moruk!" der gibi, kıskanıyorum işte bunları çok..

az önce haberlerden duydum, sadece iç çamaşırlarıyla gelen müşterilere bedava ürün veren bir mağaza varmış. şimdi bu marketin ya da mağazanın her neyse işte sahibi nasıl bir insandır?

the oz ,kardeşine beşiktaş pazarından hediye almış. resmen özendim bugün. benim bir kardeşim olsaydı da, o da bana hediye alsaydı, ne güzel olurdu.. ve şu an kendisiyle yaptığım kim önce yazısını bitirecek yarışmasından dolayı yazımı burada kesiyorum. alın size blogger rekabeti..

14 Kasım 2009 Cumartesi

Kafe

Titredim. Soğuktan değil, korkudan değil.. belki heyecan, belki aşk, belki de nefret.. yedi yıl sonra beni ilk öptüğü bu kafede karşılaştık. Tesadüf müydü bu? Yüzü hiç değişmemiş, belki biraz daha solgun, saçları da uzamış.., Kalbimin hızlı çarpışı, kaslarımın kasılması ve engel olamadığım şu anlamsız şaşırma ifadem.. kendimi toparlayamıyordum, geçici bir felç gibi.. bana doğru yürümeye başladı, titrediğimi belli etmemeye çalışsam bile masada oturan insanlar, ben her an bayılacakmışım gibi hazırlamışlardı kendilerini, yüzlerdeki endişe benim umutsuz bir vaka olduğumu söylüyordu. Toparlanmalıydım, beni böyle görmemeliydi.. yaklaştıkça kasıldım. Daha çok yaklaşıyordu.. Sarıldı.. başım döndü, kaslarım rahatladı, kollarım belini sıkıca sardı, beynim buna emir vermese de o kollar sarıldı, dudaklarım, gözlerimden boşalan tuzlu suyu hissederken. Hıçkırmaya başladı. Bağıra bağıra, deli gibi ağlıyordu. Anlamsızca bir şeyler söylüyordu. Kafedeki bütün insanların bize bakışını hissediyordum, gözlerimiz kapalı hıçkırsak bile, orada, öylece. Saçlarımı okşuyor, bir yandan da kokluyordu. Yüzüme baktı. Hala anlamsızca konuşan dudaklarını, susturmak istercesine öptüm. Konuşmasını istemiyordum, anlatmasını istemiyordum hiçbir şeyi, merak, içimi deli gibi kemirse bile. O dudakları nasıl özlemişim. Vücudumdaki bütün ateş, bütün enerji dudaklarımdaydı, bir şeyleri kanıtlamak istercesine.. Birden beynim bu dudakları ayırdı, nefret kanıma tekrar girdi, çok çabuk dağılıyordu vücudumda. Az önce kendime çektiğim vücudunu aynı hızla ittim. Ne olduğunu anlayamadım, o da anlamadı. Gitmeliydim. Bana yaşattığı o korkunç anı, gözümde daha fazla canlanmadan.. daha da şiddetli ağlayarak, az önce girdiğim o kapıdan çıktım. İlk öpüştüğümüz ve son öpüştüğümüz kafenin kapısı.. yürüdüm, kalabalığı görmeden, insanlara çarpa çarpa, adımı bağıran sesi duymadan, sarhoş gibi, deli gibi, yürüdüm..


not: uydurdum.

7 Kasım 2009 Cumartesi

kadın aklı, erkek aklı vol.1

sinirli bir kadın neler yapar?

-ani hareketlerle etrafındakileri korkutur.
-yüksek sesle konuşur. yoo asla bağırmaz, yükses ses o.
-eşya kırabilir, elbise yırtabilir.
-ülkeyi terkedebilir. (bugün ben bunu gördüm)
-ağlayabilir.
-tırnaklarını yer.
-birilerine bütün gücüyle vurur, vurduğu el acımaya başlayınca bunu yapmaktan vaz geçer.
-affedici olamaz.
-yalnız kalmayı ister ama yalnız bıraktığınız an azarı yersiniz.
-tatlı yer. tuzlu yer, yer, yer, yer...........
-cinayet işleyebilir.
-laf koyar.
-başkalarıyla konuşur, kendini rahatlatmaya çalışır.
-tırnaklarının izini bırakır, narin ve pürüssüz tenlerde.
-elindekini fırlatır.
-kıskandırır.
-aldatabilir.

sinirli bir adam neler yapar?

-kavga eder.
-şiddete baş vurur.
-ağlar.
-sarhoş olur.
-bacaklarını titreterek olduğu yerde saatlerce oturur.
-kendisine zarar verir.
-terk eder, terk edilir.
-pişman olur.
-kendisiyle konuşlur.
-teselliyi başkasında arar. yoo aldatmak değil.. (!)

1 Kasım 2009 Pazar

pilotlu çorap




hafta sonumu, sakızlı kahve içerek, koltukların üzerinde tepinerek, gıdıklayarak, gıdıklanarak, çocuk gibi, geğirerek, kahkamızdan rahatsız olan komşuyla kavga ederek, yorularak, yağmurda ıslanarak, fotoğraf çekip, gazeteci taklidi yaparak ve barışa köprü olarak geçirdim. mutluyum. saz arkadaşlarıma teşekkür ediyorum..

odamdaki komidinin 3. çekmecesi benim çoraplarıma ait. çok çorabım var ve çoğunu giymiyorum. içlerinden delikli olanlarını ayırıp, çöp kutusuna tek yön bilet kesiyordum (şu an bu cümle için kasmış gibi gözüksem de, bunun bir önemi yok bence). şu an o çekmecede 8 çift çorabım var (kilotlu olanları hariç). o kadar çoraptan kalanlar bu kadar yani bütün çoraplarım neden delikti peki, buna mantık yürütmedim, uğraşmadım..

saçlarını hep boyamak isteyip, sonra bundan vazgeçmiş insanım. kestane ve kül rengi karışımı olan kıvırcık gibi dalgalı saçlarımı aynanın karşısında delice savurup "seni seviyorum" dedim, sonra güldüm..

ben 2. sınıftayken ilk ev hayvanlarım olan balıklarımı bir yaz tatilinde komşumuza emanet etmiştik. komşunun benden 4 yaş küçük bir oğlu vardı, yaramaz bir çocuktu, benden daha yaramazdı.. tatil dönüşünde balıklarım yoktu, çok ağlamıştım. peki neden ölmüştü bunlar?
bu çocuk annesinin balık temzilediğini görür ve "bende temizliycem" der. annesi izin vermez. bizimki, rahmetlilerin akvaryumuna gidip süzgeçle bunları tutar, meyve bıçağıyla karınlarını deşer, annesine pişirmesi için götürür, ve böylece benden önceki dayağını annesinden yer. şimdi düşünüyorum da, bu çocuk şimdi nerde, ne yapıyor? ey balıklarımın katili, seni affediyorum, içimden geldi.

şahin k'lı bir tartışma proğramı izliyorum, star tv ekranlarında..

birde bence şu dövme güzel: